15 Mayıs 2013 Çarşamba

NAKŞİBENDİ KOLLARINDAN GÜNÜMÜZDEKİ HALİDİ KÜRDİ TARİKATI: MENZİL








Yazan: Fahrettin ÖZTOPRAK
Ülkücü Gençlik ve Tasavvufî Yönelişler” adlı yazısında Hayati Bice, “Ülkücü gençliğin, 1970’lerin ikinci yarısında İslâm’ı bir hayat tarzı olarak benimsemeğe yönelik ilgisini tarikatçılığın egemen hale gelmesi olarak anlayan kesimin tepkisini içeren bir anekdot, Bora’nın dilinden şu şekilde yansıtılmaktadır: “Yıl 1977 idi. MHP Genel Merkezinin önünde otobüsler birikmişti. Namık Kemal Zeybek’e: ‘Bu otobüsler nereye gidiyor?’ diye sordum. Zeybek:‘-Bizim gençleri Adıyaman’a Menzil Şeyhi’nin yanına gönderiyoruz, eğitilsinler…’ dedi. Bundan sonra Ilımlı İslam’ın etkisi partide çok arttı. Hattâ, içimizde bazı arkadaşlar: ‘Kâfir suçlamasından kurtulduk’ diye seviniyorlardı” demektedir. Kim ne derse desin, Hayati Bice’nin bu yazdıkları doğrudur. Çünkü duyduk, gördük, yaşadık… Bu, tasavvufta Ord. Prof. Dr. Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu’nun “Sosyalizm” adlı ders kitabının Şeyh Bedrettin kısmında belirtildiğine göre, İlme’l yakin, Ayne’l yakin, Hakka’l yakin olarak adlandırıldığı gibi nitelendirilir de. Ne demek istediğimi merak edenler o eseri bulup bakabilirler.
Gerçekten, 1977 yılında Kaymakamlıktan istifa edip ayrılan Namık Kemal Zeybek, MHP’ye girmiş, MHP genel başkanı Alparslan Türkeş tarafından Eğitim çalışmaları için birinci derecede yetkilendirilmiş, başta Muhsin Yazıcıoğlu, Ramiz Ongun ve Türkmen Onur adlı Ülkü Ocakları ve MHP Gençlik Kolları Teşkilatı üyeleri olmak üzere, pek çok Ülkücü ileri geleni onun emrine verilmişti. Yukarıdaki ikinci tırnak içerisinde verilen ifadelerin sahibi Servet Bora, MHP Yozgat senatörüydü. Sonra MHP’den ayrılıp İşçi Partisi’ne katılmış deniyor, orasını bilmem… Ancak söz konusu ifadeler doğrudur. Bunu kimse başka bir tarafa çekmesin, kimse de MHP aleyhinde ileri sürülen ve söz konusu partiyi karalamaya yönelik ifadeler olarak algılamasın. Çünkü aynı ifadeleri, http://otugenci.blogspot.com/2009/05/turkesin-ckmpye-uye-olmasi-ve.html sitesi sayfasında görebilirsiniz.
Otobüsler MHP önünden kalkmış, Menzil’e doğru yol almış ve ilk belirlenen hedef olarak oraya varmıştı.
1-     1979-1981 Arası Bir Ülkücü Görüşüyle Menzil
Menzil’e diğer ülkücüler gibi maalesef, ben de gittim
Yaşım 57. O zamanlar genç idim ama, şimdi yaşlanmaya başladım. 10 yıla kalmadan da ölüp gideceğim. Geride bu hususta bir hatıra bırakayım dedim.
Bakırköy-Bahçelievler’den ne Hüseyin Kurtaran, Şarkışla İyecik köyünden ne Erdal Demir, ne de başka bir Ülkücü “Ben de gittim, gördüm ve yaşadım” diyecek. Çoğu kimse Servet Bora’nın sözlerini MHP’ye atılmak istenen bir çamur,  sürülmek istenen bir leke olarak algılayacak, hatta bile bile inkar yoluna bile gidecekler, “Yok böyle bir şey, olmadı” diyecekler.
Bir sitede deniyor ki:
Muhsin Yazıcıoğlu'nun Menzil'e ilk gelişi cezaevine düşmeden önceydi. Menzil'le aralarındaki sıkı bağlar 1974 yılından sonra başladı. Seyyid Muhammed Raşid Erol Hz'ne öyle ihlasla bağlıydı ki, hocasına tam teslimiyet içindeydi. Tasavvuf, edep ve ahlakı o kadar iyi anlamıştı ki, teslimiyeti de buradan geliyordu. Tasavvuf ile tanışmasından sonra artık o eski ideolojik yapıyı terk etmiş ve yerine İslam merkezli bir anlayış geliştirdiği için, kendi menfaatini göz önünde bulundurmaktan ziyade devletin, milletin, halkın, insanların menfaatlerini ön planda tutmuştur.”
Ne hikmetse, Ülkücü olmasındaki yıl gibi, burada da Muhsin Yazıcıoğlu’nun Menzil şeyhiyle görüşmesi 3 yıl önceye alınmış. Oysa zaman hususunda yalan söylemek bir kimseye yakışmaz.
Her şey 1977 yılında başladı.
Evet; Menzil’e ben de gittim. Bir değil, iki değil, üç değil… çok kere gittim. Yılda iki üç defa gidiyordum. Nasıl olsa ekmek elden, su göldendi.
Şimdiki gibi orada muhteşem bir cami, bir türbe ve modern yapılar yoktu.
Şeyhin evi, kardeşlerinin evi, on-on beş tane köylü evi… bir cami… Ahırlar, samanlıklar, bir iki katlı misafirlerin topluca kalacağı bir yer… bir bakkal, bir de çay evi vardı.
Sonradan, 1981 yılı baharıydı herhalde, misafirhanenin arkasına bir yer yapılmaya başlandı. Temeli çok önceden atılmıştı. Toprak kazıldı, demirli betonlanan sütun meydana çıkarıldı. Bir iki katının çıkıldığı anda oradaydım. Sonradan buraya bir iki kat daha ilave etmiş olacaklar.
Menzil izbe bir yerdi.
Orada şimdiki gibi üç dört katlı binalar yoktu.
Gelen gidenler çoktu. Günde en az yüz kişi ordaydı. Bazen beş yüz kişiyi bulurdu, hatta bin kişiyi de. Bayram günleri beş bin kişiyi aşardı gelenler. Genellikle Doğu’dan, Güneydoğu Anadolu’dan gelenler olurdu. Bunlar buraya geldiklerinde Kürtçe konuşmaya başlarlardı. Kürtçeyi ilk defa Menzil’de duydum.
Aileleriyle birlikte gelenler olurdu. Gelenin yanındaki kadın veya kızı, veyahut gelini hemen şeyhin evine, harem misafirhanesine alınır, adam diğer misafirlerin arasına karışırdı. Ülkücü arkadaşlar vardı burada. Tanıdık dostlar vardı. Hiç yabancılık çekmedim. Ülkücüler hep beraberdik. Üçü gider, beşi gelirdi. Beraber yer, beraber içerdik.
Sabahleyin kahvaltılık olarak bir çorba veriyorlardı, yanında da ekmek. Bir de akşamleyin yemek veriyorlardı, ya pilav, ya da kuru fasulye. Bazen nohut, bazen patates yemeği. Çok az olmakla birlikte öğleyin de yemek verdikleri oluyordu.
Ülküdaşlarla çay evinin önündeki hasır taburelere oturuyorduk. Bazen iki, bazen de üçer çay içtiğimiz oluyordu. Çayların parasını bazen birimiz, bazen de diğerimiz veriyordu.
Sigara içmek burada serbestti. Kimse sigaraya burada karışmazdı. Niye içiyorsun diyene de rastlamadım.
Sohbet ederdik, şuradan, buradan… kimi sözü şeyhe getirirdi. Hatta onu evliya olarak görenler vardı. Kimi de Mehdi derdi. Müslümanları bu kurtaracak diyenler bile vardı.
Evinden ancak namaz vakitlerinde, Cuma namazında, Ramazan gecelerinde gecenin yarısı, teheccüt namazı için çıkardı. Bazen de müritlerini toplar, bir isteğiniz, bir dileğiniz var mı diye sorardı.
Sakalı vardı. Beyaz bir elbisesi vardı, Arapların kıyafetinin andırır… Sarığı vardı. Bıyığını aldırırdı. Tipi de bozuk değildi, hafif nurani bir görünüm vardı. Türkçe biliyordu ama gereksenmedikçe konuşmazdı. Daha çok Kürtçe konuşurdu. Araplardan gelenlerden olduğunda, onlarla Arapça konuşuyordu.
Kadiriler gibi ayin yaptıklarını görmedim. Ancak müritler zikir çekerdi. Kimi zikir çekerken başına bir başörtüsü, kimi başına bir battaniye geçirir, öyle çekerdi. Bir oturuşta beş bin zikir çeken olurdu. Zikir alan Ülküdaşlarım oldu ama, ben zikir almadım. Zikir almak zorunlu değildi, isteyen alırdı. Kimse de niye zikir almadın demezdi.
Akşamları iki katlı, bir boydan bir boya misafirhanede kalırdık. Adam çok olunca caminin bir katında da yatanlar olurdu. Bir battaniye veriyorlardı. Bulursak bir de yastık… Ya da sedir yastıklarını başının altına koyanlar bile vardı. Havalar soğuyunca iki battaniye alıyorduk. Güzün son ayları, kışın ve baharın ilk aylarında sobalar yanıyordu. Kış günlerinde yine de en az 40-50 misafir Menzil’de bulunurdu.
Şeyhin buğday tarlaları vardı. Kavun ve karpuz tarlaları da vardı. Bostanı vardı. Bir iki yoncalık tarlası vardı. İki üç de çayırlık… Bunlar büyüktü.
Ahırları vardı. Bu ahırlarda koyunlar, kuzular kalırdı. Sığır sürüsü bile vardı. Bazen Ülkücü arkadaşlar toplanır ahırlara girer, temizlik yapardık. Ya da koyunlara, kuzulara yem dökerdik. Sığırlara bile kes karışık ot verdiğimiz olurdu.
Yazın sıcaklar olurdu. Çoğu zaman ekinler biçilirken.
Bir gün üç dört Ülkücü arkadaş, köyün yukarısında, kavun-karpuz tarlalarının orada, bir gölette yıkanmak istedik, üstümüzü çıkarıp kısa donlarımızla gölete girdik, çevre tarlalardan koşarak geldiler, “Çabuk üstünüzü giyinin, böyle yıkanamazsınız, pantolon ve gömleklerinizle suya girmeniz gerekir, çünkü burada usul böyle” dediler. Biz de mecbur onların dediğini yaptık. Güya mahrem yerlerimiz gözüküyormuş. Meğer onlara göre erkeğin üst kısmının gözükmesi ve baldırdan topuğa kadar yerlerin açık olması mahrem yerlermiş.  
Menzil’de Kürtçe konuşuluyordu. Ama biz Ülkücüler Kürtçe bilmiyorduk, mecbur Türkçe konuşuyorduk. Bir iki arkadaş sünnettir diye Kürtçe öğrenmeye çalıştı, engel olduk. Hatta sünnettir diye Hanifi mezhebinden Şafi mezhebine geçmek isteyenler bile oldu ama, zorla vazgeçirdik. Meğerse şeyhin konuştuğu gibi konuşmak, şeyhin mezhebinden olmak ehl-i sünnetmiş. Hatta şeyhin giyindiği gibi giyinmek de ehl-i sünnetmiş. İçimizden yeni gelenlerden bir iki ülkücü arkadaş, “ehl-i sünnet ve’L cemaat işte budur” diyecek oldu, “Aman sus, kimse duymasın, başımıza iş mi açmak istiyorsunuz” dedik.
O dönemlerde Diyarbakır, Siirt, Bitlis, Batman, hatta Van’a bile gitmiştim. Gittiğim yerlerde halk Türkçe konuşuyordu. Ama gel gör ki, Doğu’dan ve Güneydoğu Anadolu’dan Menzil’e gelenler, anlaşmış gibi, Kürtçe konuşmaya başlıyorlardı.
Burada kaçak Ülküdaşlarımız bile vardı. Ama ben orada kaldığım müddetçe bir gün bile jandarmanın arama yaptığını görmedim, ben olmadığım zamanlar yaptılarsa bilmem.
Bir iki defa bir jip geldi, şeyhin evinin önünde durdu. İçinden resmi kıyafetli iki subay indi, yanlarında iki koruma jandarmaları vardı. Şeyhin evine girdiler. Sonra, bize dönüp bakmadan bile jiplerine binip gittiler. Menzil’de tek gördüğümüz askerler, güvenlik kuvvetleri bunlardı, zaten bir saatten fazla da kalmamışlardı.

2- Menzil'in Psikolojik Boyutu ve Bu Dergâhta Beklentiler

Hayati Bice, son yazısında diyor ki:
“Haberiniz.com yazarlarından Fahrettin Öztoprak’ın benim yazımdan hareketle yazdığı yazısı Menzil köyü hakkındaki birebir gözlemlerini yansıtması ile çok faydalı oldu.
1.      Sosyal Boyut: “Günde en az yüz kişi ordaydı. Bazen beş yüz kişiyi bulurdu, hatta bin kişiyi de. Bayram günleri beş bin kişiyi aşardı gelenler.(…) Ülkücü arkadaşlar vardı burada, tanıdık dostlar vardı. Ülkücüler hep beraberdik. Üçü gider, beşi gelirdi.(…) Burada kaçak ülküdaşlarımız bile vardı.” şeklindeki gözlemleri ise konunun sosyal boyutunu sergiliyor.
 2. Ekonomik Boyut: “Şimdiki gibi orada muhteşem bir cami, bir türbe ve modern yapılar yoktu. Şeyhin evi, kardeşlerinin evi, on-on beş tane köylü evi… Bir cami. Ahırlar, samanlıklar, bir-iki katlı misafirlerin topluca kalacağı bir yer… Bir bakkal, bir de çayevi vardı. Sonradan, 1981 yılı baharıydı herhalde, misafirhanenin arkasına bir yer yapılmaya başlandı.(…) Menzil izbe bir yerdi. Orada şimdiki gibi üç-dört katlı binalar yoktu.” satırları oradaki ekonomik faaliyeti yansıtması yönünden önem taşır.  Dergâha gelip gidenlerin Allah rızası için, sevap olduğu inancıyla bedavaya çalıştırılmaları da konunun ekonomik yönlerinden sayılabilir.
3. Güvenlik Boyutu: “Orada kaldığım müddetçe bir gün bile jandarmanın arama yaptığını görmedim. Bir-iki defa bir jip geldi, şeyhin evinin önünde durdu. İçinden resmi kıyafetli iki subay indi, Şeyhin evine girdiler. Sonra, bize dönüp bakmadan bile jiplerine binip gittiler.” satırları konunun güvenlik boyutu ile ilgilidir. 
4. Dinî-Tasavvufî Boyut: “Zikir alan Ülküdaşlarım oldu ama, ben zikir almadım. Zikir almak zorunlu değildi, isteyen alırdı.” tespiti ise konunun tasavvufî boyutuna işaret ediyor.
Bu 4 boyutun her biri hakkında bir şeyler söylemek mümkün. Ancak konunun güvenlik boyutu yönünden tasavvuf karşıtı bir noktaya sürüklenen kendisinin de “eski şeyh” ve seyyit  olduğunu iddia eden bölgeden bir isim olan Ferit Aydın’ın yazdıkları da dikkate alınmalıdır.  Ferit Aydın’ın “Tarikatta Rabıta ve Nakşibendilik” kitabında dergâhın devletin kontrolünde (kendi ifadesi ile “iş ve elbirliği içinde”) olduğu iddia edilmektedir. Ferit Aydın’ın Menzil cemaatine yönelttiği “derin devlet” için çalışmak gibi yenilmez-yutulmaz iddialar “Tarikatta Rabıta ve Nakşibendilik” adı ile Süleymaniye Vakfı Yayınları arasında basılan kitabından okunabilir.
Konunun dinî-tasavvufî yönü benim için sürpriz olmadı; çünkü benim bu dergâhın ismini “Adıyamancılar” şeklinde ilk işitişim oraya gidip tövbe eden alkoliklerin içkiyi bıraktıkları şeklindeki rivayetler olmuştur.  Tasavvuf teorisi açısından ise bir silsilenin bugünkü temsilcisi olan mürşide biat töreni ile intisap ederek bağlandıktan sonra günlük zikir dersi olan tesbihatı yapmayanların mürit olarak adlandırılamayacağıdır. Tasavvuf literatürü bu durumdaki kişileri muhip (sevgi duyan) olarak adlandırır. Sadece içkiyi bırakmak için değil, tedavisinden ümit kesilmiş kanser hastaları gibi ağır hastaların da Menzil’in şifalı çorbasından içerek kavuşabilecekleri şifa ümidiyle de dergâh ziyaret edilmektedir. Bu türden beklentiler bir önceki şeyh olan Abdurraşit Erol döneminde daha yoğun iken şimdi kısmen azalmış durumda olduğu söylenmektedir.
Aslında bu gözlemlerini bir görevi yerine getirme duygusu ile kaydeden Fahrettin Öztoprak’tan Menzil’e giden ülkücülerin ruh, hali, beklentileri, kendilerini oraya çeken duygular, dergâha yönlendirilmelerindeki faktörler gibi sosyal-psikolojik gözlemlerini de yazmasını beklerim. İşin bu boyutları bence ülkücü hareket yönünden; sosyo-ekonomik ve güvenlik boyutlarından çok daha fazla önemlidir.  Bir de bu dergâhın önde gelenlerinin önemli bir övünme kaynağı olan müritlerin cezbe sahneleri hakkında da mutlak bazı söyleyecekleri vardır.” 
a)  Menzil’in Psikolojik Boyutu
Menzil’e şifa için gelenler, buraya geldiklerinde, eğer kendilerinde içten bir istek, hastalıklarından kurtulma gibi ümit görmektelerse, tabi ki etkisi zamanla hissedilmektedir. Söz konusu durum psikolojik bir olaydır. Bunu psikiyatri ilmi kabul etmiştir. Tıpta bile çok örnekleri vardır. Mesela, benim şahit olduğum bir iki olay, ya da duymuş olduğum beş-on olay var. Doktor “iki üç ay sonra, ya da altı ay sonra ölecek” diyor ama, hasta ölmüyor, yaşıyor. Bu moralle ilgili bir durum. Morali bozuk olan yaşamaz, ölür. Ancak yaşama sevincini ve isteğini yitirmemiş kişi, kanser bile olsa, o hastalıktan kurtulur. Örnekleri var, hata bunu kimi gazete sayfalarında bile görebilirsiniz.
Aynı durum Menzil’de niye olmasın? Bunu şeyhin kudretine vermek doğru değil. Önemli olan hastanın morali, yaşama sevinci ve istenci…
Başka türlü açıklayamam.
Evet; içkiyi bırakanlar vardı. Kötü alışkanlıklarını terk edenler de. Hatta, hastalığından şifa bulanlar bile… Ben bunu gördüm.
Ancak şunu da gördüm:
İçkiye yine devam edenler. Kötü alışkanlıklarını terk etmeyenler… Menzil’den gittikten sonra anası ve babasını hidayete davet edenler, aile ilişkisi bozulanlar. Nasıl derseniz, o?... Bunlar yeniden geliyordu. “İçkiyi bırakamadım, kötü alışkanlıklarımı terk edemedim” diyorlardı. Şeyhin herhangi bir rolü yoktu.
Yalnız, bir defasında, 1981 yılıydı herhalde, bahar mevsimi… Şeyhin yanına vardım, elimi tuttu. Şeyh bir süre gözlerini kapadı ve sessiz kaldı. Gözlerini açtı, şöyle dedi:
-“Okulunu yarım bırakmışsın. Derslerini verip bitireceksin. Yükseğini de okuyacaksın. Bir dua et, yeter”.
3. ve 4. sınıflardan yedi dersim vardı. 1980 yılında Ön Lisans diplomasını alıp okuldan ayrılmıştım. Ben okulumu yarım bıraktığımı şeyhe söylememiştim. Yeniden okuyacağımı da söylememiştim. O bunu nereden bilebilirdi?
Neyse…
1983 yılında askerliğimi yaptım, aynı yıl evlendim. 1984 yılında öğrenci affı çıktı. İmtihanlara girdim, yedi dersin bir kısmını verdim, bir kısmını veremedim. 1985 yılında da imtihanlara girdim ve mezun oldum. 1986 yılında yüksek lisansı kazandım, 1987 yılında derslerimi üstün başarıyla verdim. Hatta üstün başarım nedeniyle doktoraya bile imtihandan muaf olarak, kaydımı yaptırmaya hak kazanmıştım. Vakıfta çalışıyordum. Ancak akşamları daktilonun başına oturup tezimi yazmaya çalışıyordum. Yazdım, yazdım, beğenmeyip çöpe attım. Yine yazdım yazdım, beğenmeyip çöpe attım. Ağustos sonlarında, ya da Eylül başlarında tezimle ilgili komisyona girmek için başvuru yapmam lazımdı. Bir türlü ol görüp de yazamadım. Oysa 1986 yılı sonlarına doğru Sosyolojiyle ilgili bir makale yazmış, bu makale Orkun Dergisi’nde yayınlanmıştı. Ayrıca işe girdikten bir süre sonra, 1987 yılı başlarında, Safa Öcal’ın “Devlet Kuran Kahramanlar” adlı kitabına da önsöz yazmıştım. Velhasıl tezimi yazamadım.
Bir ara, Ekim başlarıydı, yazdıklarımı toparlayıp götürüp vereyim dedim. Bir baktım yeni bir YÖK kararı yayınlanmış, üstün başarıyla doktoraya imtihandan muaf kayıt yaptırmayı kaldırmışlar.
Doktoram böylece bir hülya oldu.
1990 yılı sonlarıydı. Oturdum, “Şeyh Bedrettin’de Ekonomik Yaklaşım ve Sosyal Düşünce” diye, ilmi usullere göre uzun bir makale yazdım.
Yüksek Lisansı unutup gitmiştim.
Makalem, 1991 yılı Ocak ve Şubat aylarında çalıştığım vakfın çıkardığı dergide yayınlandı. O sırada Menzilşeyhine suikast yapıldığı haberi geldi. Onun 1981 yılında bana söylediği söz aklıma geldi, “Allah’ım ona şifa ver, kazadan, beladan koru” dedim.
Bir iki ayda “Şeyh Bedrettin’in Fıkhi ve Tasavvufi Görüşleri” diye, yine uzunca ikinci bir ilmi makale daha yazdım. Bu makalem de aynı derginin Mayıs ve Haziran sayılarında yayınlandı. Ya 1991 yılı Ekim ayıydı, ya da bu yılın sonlarıydı. Bir gün Yüksek Lisans , Sosyal Yapı Sosyal Değişme Bölümü öğretim görevlisi arkadaşım, rahmetli Seyfettin Manisagil, “Af çıktı; tezinle ilgili güzel, ilmi makaleler de yayınlamışsın, okula gel, başvur da, bir an önce tezini ver” dedi. Onun dediğini yaptım.
Oturdum, “İlk Kaynaklara Göre Şeyh Bedrettin ve Onun Hakkında Yazanlar” adlı tezimi 2 ay içinde yazdım, tamamladım ve danışmanım Prof. Dr. Mustafa Erkal’a bir nüshasını verdim. O baktı, okudu. Bir ay kadar sonra, “Savunman için gün aldım, hazırlan. Tezinden 5 nüsha hazırlayıp getirmeyi unutma” dedi. Böylece 1992 yılında, Şubat ayıydı herhalde, tezim kabul edildi.
1993 yılı Ekim ayında Muhammet Raşit Erol'un vefat ettiğini duydum. İster istemez gözlerimden yaş geldi, şeyhin ruhuna bir Fatiha okudum.
b) Beklentiler
Her hangi bir beklentimiz yoktu dersem yalan olur. İmam Gazali’nin kitaplarını okumuştuk, bazı dini eserleri de. Hatta “Kıyamet Alametleri” kitabını bile. Bu kitaplarda Mehdi’den bahsediliyordu. Güya o, Peygamber torunuymuş. Ahir zamanda çıkacakmış. Hazreti İsa da gökten inecekmiş. Onun ineceği yer Mescid-i Aksa’ymış, ya da Dımışk’ta Beyaz Minare’ymiş… Bu gibi şeylerle beynimiz yıkanmış gibiydi. İster istemez kimi zaman düşünmeden, aklımıza getirmeden edemiyorduk. Hatta sohbet mevzularımıza bile konu oluyordu.
O zamanlar işin iç yüzünü bilmiyorduk.
1400 hicri yılda Kıyamet alametleri zuhur etmeye başlayacak ve Mehdi çıkacak deniyordu. Bu alametlerden biri Mekke’de topluca adam öldürülmesi ve kan akmasıydı.  İkinci alamet Afganistan’ın işgaliydi. Üçüncü alamet, Dördüncü Sulh döneminin başlamasıydı. Beşinci alamet İran-Irak Savaşı’nın çıkmasıydı. Altıncı alamet Ramazan ayında bir güneş, bir ay tutulması olacak, sonraki ramazanda da güneş tutulması olacakmış. Bu alametler birer birer gerçekleşmeye başlayınca, insan ister istemez şaşırıyor, Mehdi beklentisi daha da artıyor. Gerçekten de söz konusu alametler gerçekleşti. Sonuncusu 1982 yılında… Ancak Mehdi’den eser yoktu.
O kadar yıl Menzil'de kalıyorsun, neden rüyalardan bahsetmiyorsun diyen olabilir. Çünkü Menzil'de rüyaya çok değer verilir, hele o kişi abdest alıp, iki rekat namaz kılıp rüyaya yattıysa... Buna istihare denirdi, kılınan iki rekat namaza da istihare namazı.
Rüyalar bire bir çıkmazdı, bunun yorumu vardır. Peygamberlerde bile rüyalar birebir çıkmazdı, muhakkak yorumlanırdı. Rüyanın birebir çıktığını söyleyen olursa iyi bilin ki, o kişi yalan söylüyor.
Şeyh Bedrettin diyor ki:
Rüyadakiler görünen, bilinen ve duyulan şeylerin uyku anında suretine bürünerek bize görünmelerinden ibarettir ki, hükemanın dedikleri gibi, ruhun mücerretler alemine ulaşmasından meydana gelen şeyler değildir. Ancak öyle olmuş bulunsaydı, görünmeyen ve bilinmeyen nice şeylerin de bize görünerek bilinmesi gerekirdi. Manası bakımından görülen şeyler, marifetle birlikte tevhit derecelerine, daha doğrusu gören kişinin kendi haline de işaret etmektedir. Hatta Peygamberi dahi rüyasında gören kişi, onu kendi derecesi ve düşüncesi bakımından görür; zaten düşüncenin kendisi uykuda devam ettiği gibi, rüya da bu düşüncenin bir mahsulüdür.
Kitaplara, hatta dergilere, gazetelere bile konu olmuş bir rüya hadisesi var. Bu basit bir rüya değil. Dr. Reşat Galip rüyanın Mustafa Kemal Paşa tarafından görüldüğünü söylüyor. İşin tuhafı, bunu başka biri anlatmıyor, Atatürk de anlatmıyor; tek bir anlatan var, o da Dr. Reşat Galip. Birinci İnönü Savaşı ile ilgili... Rüyada söylenen kelimeler, vesayitler, dakika bile aynı. Hatırlatılmak istenmesi de. İşin içine sonra da İkinci İnönü Savaşı eklenmiş. Bu eklenti kendini belli ediyor. Şimdi bana bir kişi çıksın, desin ki bu rüya doğrudur, görülmüştür... Gülerler, kıkır kıkır gülerler... 
Adamlar devlet kuruyor, neredeyse dünyaya tamamen sahip olacak bir duruma geliyorlar; biz ise dağılan, parçalanan Osmanlı İmparatorluğu'ndan zar zor, Yunanla, İngilizle, Fransızla, İtalyanla, hatta ABD bombardıman uçaklarına karşı savaşıp, zor zor içteki Kürt ve hilafet isyanlarını bastırdıktan sonra, Lozan'da alacağımız yerlerin ancak yarısına razı olarak, devlet kuruyoruz; ondan sonra rüya... Böyle tam tamına, harfi harfine çıkan bir rüyayı Hazreti Muhammet dahil, peygamberlerden biri bile görmüş müdür, zannetmem?
Öyle rüyaya soytarılık denir.  İstiklal Harbi’ni yaptık, 29 Ekim 1923’te yeni bir devlet kurduk. Mustafa Kemal Paşa cumhurbaşkanı seçilmiş ama, halen Halk Fırkası genel başkanı. Parti başkanlığını bırakmak istemiş. Devreye giren İsmet Paşa, “Paşam, parti başkanlığını bırakmasanız da olur” demiş, kendisi başbakan olarak tayin edilmiş. Sonrası malum. İşte söz konusu rüya da o yalan dolanlardan biri. Atatürk'ün bu işte suçu yok. Suç onun çevresindeki dalkavuklarda. Tabi ki devlet olarak ileri gidemezsin, gün olur dünyayı ele geçirmeye çalışan, okyanus ötesi derme çatma bir devletin kulu ve kölesi olursun.
Bir arkadaşımız, "Rüyalara güvenen, rüyalardan medet uman ahmaktır" dedi. Bir arkadaşımız da, "Rüya yorum gerektirir", yorumu tam yapılmazsa, ona göre hareket edenin başına iş açar" dedi. Ben de başımdan geçen bir olayı anlattım.
Düşünmeye başladık.
Mekke’deki katliam birine birileri tarafından yaptırılabilirdi. Afganistan işgali, Dördüncü Sulh ve İran Irak Savaşı da önceden planlandığı gibi, Kıyamet alametleri diye bazı kitaplara yazılabilirdi. Ramazan ayında ay ve güneş tutulmalarının önceden tespiti zor değildi.
Önemli olan birilerini beklenti içine koymak değil mi? Zaten son iki yıldır  Menzil’e gelip giden Ülkücü sayısı da pek fazla değildi. Çünkü daha önceden gelenlerin bir çoğu, gittikleri yerde, ya da memleketlerinde herhangi bir bahaneyle  tutuklanıp içeri tıkılmıştı.
Bir arkadaş;
-“Ne Mehdi çıkacak, ne de İsa inecek; beklemeyelim” dedi.
“Bunlar boş işlermiş” deyip bir daha Menzil’e ayak basmadık. Ben ondan sonra gitmedim. Tanıdığım arkadaşlardan da gitmeyenler oldu. İstanbul’da bir arkadaş grubu edindim, Çorlulu Ali Paşa Medresesi’ndeki çay evine takılıyorduk. Zaten 1983 yılı Mart ayı başında askere gideceğime dair celp kağıdı eve gelmişti.
Tezimi hazırlamak isterken 1987 yılında dikkatimi bir konu çekmişti. Daha sonra araştırdıkça, dikkatimi çeken konunun bir uydurma değil, gerçek olduğunu kavramaya başladım. Çünkü tezimden sonra, 1993 yılı sonlarında başlayıp 1994 yılında bitirdiğim, “Babailer, Balkan Türkleri ve Şeyh Bedrettin” adlı daha geniş boyutlu bir ilmi çalışma hazırlamış, bunu 1995 yılında vakfımızın çıkardığı ikinci bir ilmi dergide yayınlamıştım.
3-     Şeyh Bedrettin’in Görüşlerinden İstifade
Abdülbaki Gölpınarlı, benim gibi kaynakları didik didik eden, kılı kırk yaran bir araştırmacı değildi. Şeyh Bedrettin’in “Varidat” adlı kitabını Prof. Dr. Şerafettin Yaltkaya ve Bezmi Nusret Kaygusuz’dan sonra günümüz Türkçesine çevirmiş, Şeyh Bedrettin’in torunu Hafız Halil’in “Şeyh Bedrettin Menakıpnamesi”ni yayınlamış ve bunu nazım halinden nesre dökmüştü. O yine de saygı duyduğum bir kişiydi. Çünkü onun yazdıklarından faydalandım. Ancak ikinci bir menakıpnameyi nedense kabul etmez, bunun uydurma olduğu, başka bir eserden alıntı olduğunu söyler. Nereden biliyorsun, belki de “Hace-i Cihan ve Netice-i Can”ı yazan, söz konusu bazı benzer beyitleri ve bazı ifade tarzlarını ikinci “Şeyh Bedrettin Menakıpnamesi”nden aşırmıştır. İlim nazarında Abdübaki Gölpınarlı bir bilirkişi raporu hazırlayacak konumda değildir. Çünkü o Bağdat yakınındaki bir kasaba ismini işaret ederek “bunu yazan Semave dememiş, Meriç kıyısında Sımav demiş” diyor.  Bu onun şuuraltını yansıtıyor. Sımavna zaten Meriç kıyısında, bunda tenkit edilecek bir durum yok. İlla Sımavna denilecek değil ya, Sımav da denilebilir.
Yine bir araştırmamda Balım Sultan'ın Yıldırım Beyazıt zamanında yaşadığını, İkinci Beyazıt zamanında Dimektoka Kızıldeli Sultan Tekkesi'nden alınıp getirtilen ve Hacıbektaş'a yerleştirilen İskender Çelebi ve oğlu Kalender Şah'a da Balım Sultan denildiğini de tespit ettim. Oysa Sultan Balum adını gören Gölpınarlı, araştırmadan anında demiştir ki, bu menakıpname sahte. O, Otman Baba'nın 1430 yılında vefat ettiğini söylüyor. Otman Baba, Şeyh Bedrettin isyanında sağ kurtulmuş olabilir, ya da tutuklanıp serbest bırakılmış da olabilir. Şeyh Bedrettin'in vefatı ile aralarında 10 yıl var. Bu onun olaya katılmasının imkansız olduğunu göstermez. Ama Gölpınarlı bunun birini bile düşünmemiş.
Ayrıca menakıpnamede Tonus Baba deniyor. Bizim kazanın, yani Şarkışla'nın eski adı Tonus'tu. Merkez, ovaya, kalenin dibine alınıp Şarkışla adı verilince, Tonus nahiye oldu. Burada Arap Dede vardır. Sivaslı Aşık Ruhsati diyor ki:
“Dedem vilayeti gitsem Tonus’a
Saklamaz sırrını, sezegen olur.”
Erol Toy, Şeyh Bedrettin konulu "Azap Ortakları" romanında, "Beri bak Tonus baba uşağı, dedim" cümlesini kullanır. Ama Abdulkadir Gölpınarlı bunu bilmez. O Tonus'un ne olduğunu, nerede olduğunu da bilmez. Vay efendim, Şeyh Bedrettin'in yanına Anadolu'nun orta kısımlarından, Akdeniz kıyılarından, Irak'tan, hatta Hazar kıyılarından bile koşup gelenler olmuş.
Neden gelmesinler? Gelemezler mi? Şeyh Bedrettin Kazaskerlik yapmış biri. O, Osmanlı hükümdarlarından biri olan Musa Çelebi'nin şeyhülislamı da sayılır. Gölpınarlı, Şeyh Bedrettin'in Tebriz'de, Timur'un meclisindeki tartışmada birinci geldiğini, Halep Türkmenleri’nin ona hanikah yapmak istediklerini, Şeyh Bedrettin'in Aydın'a gelmeden önce Anadolu'nun bazı yerlerini gezip gördüğünü ne çabuk unutmuş? 
İlim kaynağa, ifadelere ve mantığa bakar. Konuyla ilgili her eser ilim nazarında bir kaynaktır. Ben söz konusu eseri iki ilmi çalışmamın, hatta yazdığım ilmi makalelerde bile söz konusu etmedim ama, şimdi konu açılmışken belirtmek zorundayım.
Uluğbey'in haber göndermesi üzerine, Kırım’a, oradan Türkistan’a gitmek isteyen Şeyh Bedrettin’in, Sinop'tan bindiği bir geminin fırtınaya tutulması sonucunda Eflak’a bırakıldıktan sonra, onun Deliorman ve Eski Zağra civarlarına geldiğini, burada kendisini kurtarıcı mürşit ilan ettiğini belirten Menakıpnamede deniyor ki:
Dergaha ilkin Balum Sultan gönüllülerinden Kara Bahar, Güzel Abdal ve Köçek Kaygusuz emrinde elli beş vücut derviş geldi. Otman Baba gönüllülerinden Cehennem Karası ve Turum Dede emrinde kırk vücut derviş geldi. Sultan Tonus Baba dergahından Salur Abdal ve Kül Abdal emrinde otuz beş vücut derviş geldi. Şah-ı Necef İmam Hüseyin şifahanesinden  Çınar Dede ve Çırak Abdal emrinde kırk vücut derviş geldi. Sultan Şuca dergahından Gerçek Dedem, Mert Abdal ve Şahkulu emrinde yirmi beş vücut derviş geldi. Bunlardan başka, Sultan Muhsin sevenlerinden Hüseyin Ali ve Pir Veli geldi. Baba Ahmet Zencefil yiğitlerinden Baba Hüseyin Kulu geldi. Mir Gıyasettin gönüllülerinden Baba Hordek geldi. Mir Haydar tekkesinden Baba Aliyyi Tuna geldi. Meşhed-i Hazreti İmam Ali şifahanesinden Seyyit Merd-i İmami, Seyyit Cami, Baba Mecnun ve Şah Vela-yı Meşhedi geldi. Hazreti Hüseyin dergahından Gulam-ı Ali, Hüseyin Kulu ve Şah Veli geldi. Kasım-ı Enver perişan kullarından Baba Ahmed-i Şirvani, Mansur-u Geylani ve Cafer-i Horasani geldi. Dervişe dervişan olsun, binden fazla abdal… Kimi sufi, kimi halife; cümle yedi binden çok adem.
Bunlar Mehdi bekliyorlar. Kimi İsa ölmedi, gökten inecek diyor.  Hatta kıyametin kopmasını da bekliyorlar. Şeyh Bedrettin, kimi müelliflere göre 1416 yılından beri, kimi müelliflere göre de 1418 yılından beri burada, Ağaçdenizi’nde. Şeyh Bedrettin, dergahına gelenleri yediriyor, içiriyor, onları misafir ediyor, ağırlıyor. Ve bir gece, kış günü, Şeyhin dergahı basılıyor. O 1420 yılında tutuklanıp Serez’e götürülüyor. Sonrası malum. Onu Molla Haydar ve Fahrettin Acemi'nin fetvası ile idam ettiren Mehmet Çelebi de, sürekli şeyhin hayalini gördüğünden rahatsız. 1421 yılında da vefat ediyor.
Şeyh Bedrettin, Şeyhülislam Musa Kazım’ın “Varidat” tercümesinde diyor ki:
Peygamber efendimizin vefatından sonra bazı kimseler kıyametin kopmasını beklediler. Bunun için de bazı alametlerin belireceğini ileri sürdüler. Dabbetü’l-Arz çıkacak dediler. Deccal çıkacak dediler. Çok şeyler söylediler. Sonra Mehdi çıkacak, İsa gökten inecek dediler. Alametlerin hiç biri çıkmadığı gibi, ne Mehdi çıktı, ne de İsa gökten indi. Daha sonra bunun Hicri 800 yılında gerçekleşeceğini ileri sürdüler. Oysa 800 yılını çoktan bitirdik, Aradan 20 yıl daha geçti. Hiçbiri gerçekleşmedi. Bunu beklemek boşuna. Hiçbir zaman olmayacaktır. Zaten Allah, kıyameti kendisinden başka kimsenin bilemeyeceğini söylememiş midir? Öyleyse ne diye bekliyorsunuz? İsa basbayağı ölmüş, öldürülmüştür. Onun için ölmedi, öldürülmedi deniyor. İsa bedenen ölüdür, ancak ruhen diridir. Bu nedenle Kuran'da ölmedi, öldürülmedi deniyor.
562 yıl sonra değişen ne?
Bu beklentiler yer ve zamana göre çok olmuştur.
Verilen iki misal hemen hemen hepsini açıklıyor.
Bu beklentiler şimdi de var. Kurnazlar işi götürüyor.
Papa'ya suikast düzenleyen Mehmet Ali Ağca, 1985 yılından itibaren "Ben Mesihim" demedi mi?
Adnan Oktar kendinin Mehdi olduğunu iddia ediyor.
Bunlar tamamen çıkar çevreleri...
"Mehdi" Kuran'da üç yerde geçer, o da Hazreti İsa'dan söz edilirken. Denir ki: O beşikte iken konuşurdu. Bu cümlede geçen beşik kelimesi Arapça mehdidir. Onlar bunun anlamını bilir ama, şartlandıkları için yine de mehdi kelimesini hidayet kelimesinden geldiğini söylemekten çekinmezler.

1 yorum:

  1. Bu yazı bana gayet ilginç gelip, faydalanmışımdır... Yazarına kalben teşekkür eder, hayattaysa, sıhhatli bir ömür sürmesini dilerim...

    YanıtlaSil